BERCESTE VE İZAHI – 136–
BERCESTE VE İZAHI – 136–
1. Hayatın Lezzetine Aldananlar ve Mezardaki Kandilin Korkusuzluğu
İktibas
چون زندگی به کام بود مرگ مشکل است
پروای باد نیست چراغ مزار را
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Çün zindegî be-kâm boved merg muşkilest
Pervâ-yı bâd nîst çerâğ-ı mezâr-râ
Sâ’ib-i Tebrizî
Hayat istediğin gibi olunca ölüm insana zor gelir.
Oysa mezardaki mumun rüzgârda korkusu yoktur.
İzah ve Tahlil
İranlı büyük şair Sâ’ib-i Tebrizî’nin bu hikmet dolu beyiti, hayat ile ölüm arasındaki derûnî bağlantıyı çarpıcı bir tasvir ile ortaya koymaktadır. Mısralar, insanın dünyaya olan bağlılığı nisbetinde ölümden korktuğu hakikatini dile getirir.
İlk mısrada, “Çün zindegî be-kâm boved merg muşkilest” yani “Hayat, arzuya ve isteğe uygun olduğunda, ölüm zordur, müşkildir” denilmektedir. Buradaki “kâm,” yani arzu, lezzet ve heves, insanın dünyaya olan tamahını ve bağlılığını ifade eder. Hayatın zevkleri, makamları, malı ve mülkü insanın etrafını bir koza gibi sardığında, bu konfor alanından ayrılma fikri olan ölüm, ona bir “müşkil” yani aşılması zor bir engel gibi görünür. Dünya, onun için o kadar tatlıdır ki, ayrılık acısı da o nispette şiddetli olur.
İkinci mısra ise bu fikri isbat eden muazzam bir misal sunar: “Pervâ-yı bâd nîst çerâğ-ı mezâr-râ.” Yani, “Mezarın kandilinin rüzgârdan bir korkusu, bir endişesi yoktur.” Bu mısra, ilk mısradaki halin zıddını tasvir eder. Mezar, dünyadan elini eteğini çekmiş, fani lezzetlerle alakasını kesmiş bir insanın son durağıdır. Oradaki kandil, yani o insanın ruhu veya geride bıraktığı hali, artık “bâd” yani rüzgâr metaforuyla ifade edilen dünyevi hadiselerden, kayıplardan, fırtınalardan etkilenmez. Çünkü o, zaten en büyük fırtınanın koptuğu yerden, yani dünya hayatından ayrılmıştır. Onun için artık kaybedecek bir şey kalmamıştır. Rüzgârın tehdit edebileceği bir çiçeği, bir yaprağı, bir dünyevi varlığı yoktur. Dolayısıyla korkusu da yoktur.
Makale
”Çün zindegî be-kâm boved merg muşkilest / Pervâ-yı bâd nîst çerâğ-ı mezâr-râ”
Hayat, insanın önüne serilmiş imtihanlarla dolu bir sofradır. Bu sofranın nimetleri, lezzetleri ve cazibesi, insanın nazarını kendine celbeder. Sâ’ib-i Tebrizî’nin yukarıda iktibas edilen beyitinde tasvir ettiği gibi, insan bu sofranın lezzetlerine kendini ne kadar kaptırırsa, hesabı ve sofradan kalkma vaktini düşünmekten o kadar uzaklaşır. “Hayat arzuya uygun olduğunda,” yani her şey yolunda giderken, sıhhat, servet ve makam insanın etrafında pervane olurken, ölüm fikri bir kâbus gibi gelir. Bu, enaniyetin ve dünyaya olan şiddetli bağın tabii bir neticesidir. Ene, fani olanı baki görmek ister; elindeki oyuncakların ebediyen kendisinin kalacağını zanneder. Bu yanılma, ölümü en büyük “müşkil,” en çetin düşman haline getirir.
Halbuki hikmet nazarı, hadiselerin zahirî yüzünden derûnî manasına nüfuz eder. İnsan, bu dünyaya sadece lezzet almak ve “kâm” sürmek için değil, daha yüksek bir gaye için gönderilmiştir. Bu gayeyi idrak eden bir ruh için dünya, bir tarla, bir mektep, bir kışladır. Buradaki vazifesini tamamladıktan sonra asıl vatanına dönecektir. İşte bu şuur, insanı ikinci mısradaki “mezardaki kandil” mesabesine yükseltir.
Mezardaki kandil, ne muazzam bir istiğna ve teslimiyet halini tasvir eder! O, artık rüzgârın insafına kalmış değildir. Fırtınalar onu söndüremez, çünkü onun ışığının kaynağı bu fani âlemden değildir. Dünyadan ve onun aldatıcı parıltısından yüz çevirmiş, kalbini sadece Bâkî olan Rabbine bağlamış bir mü’minin hali de böyledir. O, “ölmeden evvel ölünüz” sırrına mazhar olmuştur. İhtiyarî bir ölümle, yani heva ve hevesini, enaniyetini terk etmekle, büyük ve ızdırari olan ecel gelmeden evvel kendini hazırlamıştır. Onun için ölüm, bir son değil, bir vuslattır; bir yok oluş değil, sevdiklerine kavuştuğu bir başlangıçtır. Dünyanın fırtınaları, musibetleri ve kayıpları onu sarsmaz. Çünkü o, sarsılmaz bir kaleye, yani imana sığınmıştır.
Tarih, bu iki insan tipinin misalleriyle doludur. Bir yanda, mülküne ve gücüne aldanıp “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât Suresi, 24) diyen Firavun gibi, hayatı “kâm” üzereyken ölümle yüzleştiğinde acziyet içinde kalanlar vardır. Diğer yanda ise, ateşe atılırken dahi “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmrân Suresi, 173) diyen Hz. İbrahim (a.s.) gibi, dünyevi hadiseler karşısında “mezardaki kandil” misali sarsılmaz bir teslimiyet gösterenler vardır. Bu beyit, bize hangi zümreye dahil olmak istediğimizi soran hikmetli bir sualdir.
Özet
Sâ’ib-i Tebrizî, bu beyitinde dünyaya ve onun lezzetlerine olan bağlılığın, ölümü insan için korkunç ve zor bir hadise haline getirdiğini ifade eder. Buna karşılık, dünyadan ve onun geçici fırtınalarından alakasını kesmiş bir ruhun, tıpkı mezarda rüzgârdan korkmayan bir kandil gibi, ölüm karşısında mutmain ve korkusuz olduğunu beliğ bir misalle anlatır.
2. Malı Saklamanın Hikmeti ve Dosta Muhtaç Olmamanın Fazileti
İktibas
ای برادر دینله پندم وارسه مالك صاقلا پك
دشمانه قالسين قاليرسه دوسته محتاج اولماتك
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey birâder dinle pendim varsa mâlın sakla pek
Düşmana kalsın kalırsa dosta muhtâc olma tek
Lâedrî
Ey birader! Sana bir nasihatim var. Eğer malın mülkün varsa onu sıkıca sakla.
Eğer malın miras olarak kalacaksa da düşmanlarına kalsın. Aman dostuna muhtaç olma da!
İzah ve Tahlil
Kimin tarafından söylendiği bilinmeyen (Lâedrî) fakat hikmetiyle asırlardır dilden dile dolaşan bu beyit, mal, mülk, dostluk ve izzet-i nefis (benlik saygısı) üzerine söylenmiş veciz bir nasihattir. Şair, okuyucuya “Ey birader!” diyerek samimi bir hitapla başlar ve ona tecrübeyle sabitlenmiş bir “pend” yani öğüt verir.
İlk mısra, “Ey birâder dinle pendim varsa mâlın sakla pek,” malın ve mülkün korunması, israf edilmemesi ve ihtiyatla idare edilmesi gerektiğini vurgular. Bu, mal sevgisinden ziyade, insanın başkasına el açma zilletinden korunması için bir tedbirdir. “Sakla pek” ifadesi, bu korumanın ciddiyetini ve titizlikle yapılması gerektiğini belirtir.
İkinci mısra ise bu öğüdün ardındaki derin hikmeti ortaya koyar: “Düşmana kalsın kalırsa dosta muhtâc olma tek.” Bu mısra, alışılmışın dışında, çarpıcı bir zıtlık barındırır. İnsan, malının dostuna kalmasını arzu ederken, şair burada “gerekirse düşmanına kalsın, yeter ki dostuna muhtaç olma” demektedir. Buradaki mana şudur: Dostluk, o kadar kıymetli ve hassas bir cevherdir ki, maddiyatın ve muhtaçlığın gölgesi altına sokulmamalıdır. Bir dosta maddi bir taleple gitmek, aradaki sevgi ve hürmete dayalı saf ilişkiyi bir borç-alacak ilişkisine dönüştürme riski taşır. Bu durum, dostun gözünde mahcup olmaya, izzet-i nefsin zedelenmesine ve dostluğun o saf halini kaybetmesine sebep olabilir. Şair, dostluğun bu ulviyetini korumak adına, en kötü senaryoyu, yani malın bir düşmanın eline geçmesini dahi tercih edilecek bir durum olarak görür. Düşmandan bir zarar görmek beklenir bir şeydir, lakin dostluktan bir zeval görmek, ruhta daha derin bir yara açar.
Makale
”Ey birâder dinle pendim varsa mâlın sakla pek / Düşmana kalsın kalırsa dosta muhtâc olma tek”
İnsan hayatında denge, en temel faziletlerden biridir. Maddiyat ile maneviyat, dünya ile ahiret, şahsi menfaat ile içtimai münasebetler arasındaki bu dengeyi kurabilenler, hikmetin kapısını aralamış sayılırlar. Lâedrî’nin bu ölümsüz beyiti, tam da bu denge üzerine, bilhassa mal ve dostluk arasındaki hassas terazi hakkında söylenmiş hikmetli bir sözdür.
Beyitin ilk nazarda telkin ettiği şey, malı korumanın ehemmiyetidir. Bu, cimrilik veya dünyaya tamah etmek manasında değil, insanın kendi kendine yeterli olmasının, yani “istiğna” faziletinin bir gereğidir. Başkasına el açmak, istemek zorunda kalmak, insanın onurunu ve şahsiyetini rencide eden ağır bir yüktür. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, “Veren el, alan elden üstündür.” Kendi emeğiyle geçinen ve kimseye muhtaç olmayan bir insanın hali, hem Allah katında hem de insanlar nazarında daha makbuldür. Malı “pek saklamak,” bu izzeti ve bağımsızlığı muhafaza etmek için alınacak bir tedbirdir.
Ancak beyitin asıl can alıcı noktası, ikinci mısrada düğümlenir. Şair, dostluk mefhumunu o kadar yüce bir mertebeye koyar ki, onun en ufak bir leke almaması için en büyük maddi kaybı dahi göze alınabilir görür. Bir dosta muhtaç olmak, dostluğun seyrini değiştirebilecek potansiyel bir tehlikedir. İhsan ve yardım, taraflar arasında manevi bir hiyerarşi oluşturabilir. Alan el, veren elin altında kaldığında, o eski eşitliğe dayalı samimiyetin yerini bir minnet veya mahcubiyet duygusu alabilir. Tarihte nice sağlam dostlukların, araya giren para, borç ve maddi beklentiler yüzünden zedelendiğine dair sayısız ibretli hikâye mevcuttur.
Şair, “gerekirse malın düşmanına miras kalsın” derken, aslında bir öncelik sıralaması yapmaktadır. Ona göre izzet-i nefis ve lekesiz bir dostluk, fani olan maldan ve mülkten çok daha değerlidir. Düşman, tabiatı gereği insana zarar vermeye çalışır; onun eline geçen bir mal, beklenen bir kayıptır. Fakat dostun vereceği en ufak bir sıkıntı veya dostlukta yaşanacak bir kırılma, beklenmedik ve ruhu yaralayan bir hadisedir. Bu sebeple şair, beklenen bir maddi kaybı, beklenmedik manevi bir çöküntüye tercih eder. Bu beyit, bize sadece malımızı değil, aynı zamanda dostluklarımızı ve onurumuzu nasıl korumamız gerektiğine dair de eşsiz bir ders vermektedir.
Özet
Bu beyit, insanın kendi kendine yeterli olmasının ve kimseye, özellikle de dostlarına muhtaç olmamasının ehemmiyetini vurgulayan bir nasihattir. Şaire göre dostluk, maddi beklentilerle zedelenemeyecek kadar kıymetli bir cevherdir. Bu cevheri korumak için, gerekirse malın bir düşmana kalması dahi, bir dosta el açma zilletinden daha iyidir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025
![]()